Van Gölü Ekspresi ile 55 saat

Van Gölü Ekspresi ile 55 saat
Uzun bir tren yolculuğu ile 4 günlük Van Gölü Ekspresi sayatiyle Anadolu yollarında 3 genç ile macera, keşif ve keyif...

Ece ULUSUM / GAZETE HABERTÜRK

Orada 1 Gece işini bu sefer büyüttük, uzun bir tren yolculuğu yapıp 4 günlük Van Gölü Ekspresi seyahatine çıkmaya karar verdik. Ekip aynı; ben, Mehmet Emin Demirezen ve Mert Toker. İstanbul’dan Van’a gidiş-dönüş yolculuğumuz tahmin ettiğimizden uzun sürdü, aksilikler birbirini izledi ama çok da eğlendik. Bütün detayları HTDokun’un ilk belgeseli diyebileceğim videomuzda seyredebilirsiniz. Ve işte başlıyoruz: Her şey Ankara’ya giden otobüse binmemizle başladı...



1.GÜN: ÖNDEKİ TRENİ TAKİP ET

Ankara’dan kalkan Van Gölü Ekspresi’ni yakalamak için Esenler’den gece 03.00’te hareket eden şehirlerarası otobüse bindik. Yola koyulduk, önce yağmur bastırdı, sonra koca otobüsü savuran bir fırtına başladı. Tam Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ndeyken Emin’e dönüp “Maceraya başladık” dedim. Otobüsün bozulacağını henüz bilmiyordum. Araç köprü çıkışında tekledi ve sonunda durdu. Tam 3 saat geçti. Trenin hareket saatinden 2 saat önce orada olmayı planlarken artık uçsak bile yetişemeyecektik. Öyle de oldu, treni kaçırdık! Yeni bir otobüse bindikten sonra kara kara ne yapacağımızı düşünmeye başladık.

Çünkü Van’a tren 2 günde 1 kalkıyordu. O kadar bekleyemezdik. Buraya kadar gelip dönmek de olmazdı. Yol boyunca aralarda uyuyarak çoktan yola çıkmış trene nasıl yetişeceğimizi planladık. Sürekli istasyonu arayıp trenin yerini öğreniyorduk, onlar da trenden birine ulaşıp bizim için bilgi alıyordu. İşin kötüsü tren bazı duraklara tahminimizden erken, bazılarınaysa geç varıyordu. Sonunda öğlen 12.00’de Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali’ne vardık. Elimizde trenin 18.30’da Kayseri’ye ulaşacağı bilgisi vardı ama oraya nasıl gideceğimizi bilmiyorduk. Hiçbirimizde otogar jargonu yoktu. Aval aval etrafa baktığımızı görenler kolumuzdan tutup bizi herhangi bir otobüse bindirmeye çalışıyordu, hem de daha nereye gideceğimizi sormadan. Samsun otobüsüne bindirmeye çalışan adamı terslediğimde, “Gezerdiniz ablacım, ne kızıyorsun?” dedi. Gülsem mi ağlasam mı!



‘NEREYE YENGE?’

Saatle yarışıyorduk ve ben gözlerimi istasyondaki büyük saatten ayıramıyordum. Tam o sırada tıknaz, asık suratlı bir adamla göz göze geldim. “Nereye yenge?” diye sordu. “Niye bana ‘Yenge’ dedi?” diye düşünecek halim yoktu, “12.30 Kayseri otobüsünü arıyoruz dememle birlikte adam koşmaya başladı, biz de peşinden. Adam nereye koşuyor, biz niye peşinden gidiyoruz onu bile anlamadık aslında. Fakat adam başı 35 lira verip üstünde kocaman bir Van kedisi resmi olan otobüse bindiğimizde, derin bir nefes aldık. Muavin nereye gideceğimizi sordu, bizi duyan kaptan dönüp “Trene yetişmeniz imkânsız. Biz Kayseri’den sonra Van’a devam edeceğiz, sizi götürelim, hem trenden erken varırız” dedi. B planı kendiliğinden oluştu, planladığımız saatte Kayseri’ye varamazsak bu otobüsle devam edecektik. Telaşımız herkese geçti, önümüzdeki teyze yolluk yiyeceklerinden ikram ediyor, arkamızdaki abi bize Van’ı anlatıyor, şoför yetişelim diye gaza basıyor... Hatta bizim için 30 dakikalık molayı 10 dakikaya indirdiler, kimse ses çıkarmadı. Hem mahcuptuk hem de anlayışlarından dolayı çok mutlu olmuştuk. Astrolojiye pek inanmam ama Güneş batarken şu meşhur Süper Ay çıkmıştı. Bizi göz ucuyla izliyor gibiydi ve sürekli daha da büyüyordu. Bu aksiliklerde onun da etkisi var mıydı acaba? Bir trenin peşinden böyle koşacağımız hiç aklıma gelmezdi. Bazen tren raylarıyla paralel gidiyorduk ama tabii ortalıkta tren olmadığı için gerisinde miyiz yoksa önünde mi anlayamıyorduk. Ya tren yanımızdan geçip gitseydi!

YETİŞEBİLECEK MİYİZ?

Hava iyice karardı, 18.00 olmak üzereydi, Emin “Yetişemeyeceğiz” deyip duruyordu. Son paramızı bu otobüse verdiğimiz için taksiye verecek nakitimiz de yoktu. Araç gara girer girmez Mert para çekmek için ATM’ye, ben de bir taksi bulmak için bilmediğim bir yöne koşmaya başladık, Emin de bu arada istasyonu arayıp durumu öğrenmeye çalışıyordu. Tam 30 dakikamız vardı.



Sonunda bir taksiye binebildik. “Taksimetre açmam, pazarlık edelim” diye tutturmasın mı! Sonunda pes ettik. Adam bastı gaza, bir yandan da konuşuyordu. “30 liradan aşağı inmem. 5 dakikaya oradayız. Bakın bu gördüğünüz şehrin yeni stadı...” Turistik bilgiler de ücrete dahil Allah’tan! Sarı binaya vardığımızda saatler 18.15’i gösteriyordu ve ortada tren yoktu. Kime bir şey sorsak yanıt alamıyorduk. Tam Mert “Tren yok, otobüs de gitti, ne yapacağız?” derken, oradan geçen üniformalı amca durup sordu: “Hangi treni kaçırdınız? Tatvan’ı bekliyorsanız daha gelmedi.” Umutsuzluk anında güneş doğar ya aynen öyle oldu, üçümüz birbirimize nasıl sarılıyoruz, nasıl bağırıyoruz... Etraftakiler bir trenin gelişine neden bu kadar sevindiğimizi bu yazıyı okurlarsa anlayacak herhalde.

‘DAHA 20 SAATİMİZ VAR...’

Sonunda tren perona uzun uzun düdük çalarak girdi. En arka vagonun kapısındaki esmer, gözlüklü orta yaşlı bir adam gülerek “Siz Ankara’da treni kaçıran yolcularsınız, değil mi? Dönüşte de benimlesiniz” dedi. Mehmet Abi bizim vagonun görevlisiymiş, trenin peşinden koştuğumuzu öğrenince her ihtimale karşın yataklarımızı hazırlamış. Odalarımıza yerleştikten sonra başımızdan geçenleri anlattık, “Bunca yıllık hayatımda trenin peşinden koşan birini görmemiştim, nostaljik oldu. Neyse şimdi iyice dinlenin, daha 20 saat yolumuz var” deyip gitti.

İçerisi çok sıcaktı. Mevsim kış diye kompartımanları ısıtmışlardı ama hava kar öncesi pastırma sıcağı... 2 kişilik yataklı kompartımanlarda mini buzdolabı, masa, lavabo, ayna ve raf var. Yataklar rahat. Yastık, çarşaf ve battaniyeler günlük yıkanıyormuş. Mehmet Abi içeride rahat dolaşalım diye her birimize terlik verdi. Adeta hareket halinde bir pansiyon... Her vagonun kendine ait bir tuvaleti var ama buz gibi. Çünkü tuvalet için bir sistem yok, direk dışarıya bağlanmış basit bir düzenek diyebilirim.



Biz 8’inci vagondaydık. 4 kişilik kuşetli vagonlar bizimkinden önceydi. 6’ncı vagonda yemekhane vardı. Kara trendeki restoranlar çok geride kalmış meğer. Özel bir şirkete kiralanmış burası ve kantinden bozma bir yere dönüşmüş. Kredi kartı sadece internetin çektiği yerlerde geçiyor, yani nakit şart. Dondurulmuş yiyeceklerin yanı sıra tost çeşitleri var. Gerçi insanlar yanlarında yiyecek getirmeyi ya da durdukları istasyonlarda yemek sipariş etmeyi tercih ediyormuş. Daha ilerideki vagonlar koltuklu yolcular için... Şansımıza “ölü dönem”e denk gelmiştik. Giderken bizim vagonda sadece 2 Alman turist vardı. Van Gölü’nün çevresini bisikletle gezmeye gelmişler. Biri Türkçe bildiği için pek endişelenmiyorlardı. Bu küçük keşiften sonra odalarımıza çekildik. Işıkları kapatıp perdeyi açtım. Süper Ay iyice kendini gösteriyor, trenin yolunu aydınlatıyordu. Virajlarda sürekli devrileceğimizi düşünüyordum. Tren hızlanmıştı, hız dediğim saatte 90 kilometre. Bizim vagonumuzda teknik bir sorun vardı, çok ses çıkarıyordu. Zaten Mehmet Abi uyarmıştı. Başta her şey şairaneydi, “dünyanın en büyük manzarası” olan gökyüzünü ve Anadolu’nun ay ışığında siluetini görüyordum. Sivas’ı geçtik, birden bir düzlüğe geldik. Orada birilerini görür gibi olunca korkup Emin ve Mert’i uyandırdım. Onların keyfi yerindeydi, aralarında bir korkak ben çıktım.

2.GÜN: ‘BU TREN VAN GÖLÜ’NE GİDER AMA VAN’A GİTMEZ’

Ilık bir sabah... Uyandığımda Bingöl’ün ardından Solhan civarına gelmiş, Murat Nehri’nin yanından geçmeye başlamıştık. Bizimkiler erkenden kalkmış, fotoğraf ve video çekiyordu. Camdan bakarken daha önce hiç bilmediğim doğal güzellikler içime işledi, ortalığı romantik bir hava sardı. Ancak bu çok uzun sürmedi, Emin kapıyı çalıp kötü haberi verdi. Öyle ya, maceramız hiç bitmez. “Bu tren Van Gölü Ekspresi ama Van’a gitmiyor. Malum göl çok büyük, bir ucu da Tatvan’da. Yani trenin son durağı Tatvan.” “Eh, sorun yok, hallederiz” diye düşünürken Mert gelip ikinci kötü haberi verdi: “Tatvan ile Van arasındaki vapuru kaçırdık ki o da 3.5 saat sürüyormuş. Geriye otobüs kalıyor ki o da 2 saati buluyormuş.” Yine olmadı. Ertesi sabah 08.00’de trenimiz vardı ve biz bütün planımızı Van’a göre yapmıştık. şimdi ne olacağını bilmiyorduk.



Son istasyona yaklaşırken yataklarımızı topladık, kapının önünde beklemeye başladık. Tatvan’a girer girmez oradakilerin deyişiyle “Van Denizi” göründü. Bir köyden geçerken, ellerindeki tüfeklerle atış talimi yapan adamlar gördük. Tren Tatvan’a ulaştığında baktık soru soracak kimse yok. İnternet vardı neyse ki, haritaya bakabildik. Alman turistler bisikletlerine atlayıp uzaklaştı. Herkes bize bakıyordu, özellikle de Emin’e. Başında Star Wars şapkası, üstünde Chicago Bulls Basketbol Takımı’nın forması ve elinde koca tekerlekli bavulla gerçekten garip görünüyordu. Gerçi biz de farklı değildik. Sonunda Van merkeze giden küçük bir minibüse bindik. Adam başı 20 lira. Başta tıklım tıklım doluydu, neyse ki şansımıza birileri indi de binebildik. Şoför abi “1 saate Van’dayız” dedi, öyle hızlı gidiyorduk, adeta ışık hızı!

‘ABLA KORKMA, BURADA SAVAŞ YOK’

Bir teyze Emin’e Kürtçe bir şeyler anlatmaya başladı. Anlaşamadık, teyze de sorusunu başka bir gence sordu. Derken durduk, namaz molasıymış. 15 dakika sürdü. Radyoda, “Meyhaneci sarhoşum bu gece, aşığım âşık çal bu gece” çalıyor, muavin amca herkese gofret ve meyve suyu ikram ediyordu. Süper Ay yine çıktı. Bir sürü köyün yanından geçtik, bazılarında etrafı tel örgülü bir okul ya da boş bir çocuk parkı görüyorduk. Anladım ki yüzleşmediğiniz sürece ironi havada kalıyor...



Van’ın merkezine saat 18.30’da vardık. Meşhur Elite World Van Hotel’de konaklayacaktık. İnsanlara yol sorarken yanımıza 8 yaşlarında zayıf, esmer, güler yüzlü bir çocuk geldi. Başta para istedi. Paramız olmadığını öğrenince ısrarı bırakıp bizi otelimize götürdü. Şehrin sandığımdan kalabalık olduğunu söyleyince, “Abla korkma” dedi çocuk. “Burada savaş yok!” Sonra vedalaştık. Savaş yoktu ama sinsi bir korku vardı işte... Otele girdik, bizim için hazırlanan küçük bir fasıldan sonra kendimizi dışarı attık. Zaten birkaç saat sonra yeniden trene binmek için yola çıkacaktık. Van merkez ışıl ışıldı, gece 12.00’ye kadar hayat devam ediyordu. Anlatılanlara göre hafta sonları İstanbul’u kıskandıracak bir gece hayatı varmış. Hafta içine denk geldiğimiz için biz göremedik ama kafe kafe gezdik ve hep güler yüzle, bol ikramla karşılandık. Kütüphane, tiyatro, sinema, üniversite her şey vardı aslında. 1 milyon 100 bin kişilik nüfusun çoğu merkezde. Diğer Doğu illerinden de göç oluyormuş. Konuştuklarıma Van Gölü canavarını sormayı ihmal etmedim. Söylentilere göre bir zamanlar dev ayak izleri bulunmuş ama asıl amaç turistin ilgisini çekmekmiş. Dua edelim de öyle olsun...

Gece 01.00’e doğru otele döndük ve bizi sabah 05.30’da alacak aracı ayarlamaya çalıştık. Kimse bizi götürmek istemeyince 250 liraya bizi Tatvan’a götürsün diye bir taksiyle anlaşıp uyumaya gittik. Tam dalmıştım ki silah sesleriyle yerimden zıpladım hatta yetinmeyip yatağın altına girdim. Meğer 600 metre ötedeki Seyit Fehim Arvasi Mahallesi’nde bir operasyon düzenlenmiş, patlayıcı yüklü bir araç bulunmuş. Hiçbirimiz uyuyamadık..

3.GÜN: 30 DAKİKADA VAN KAHVALTISI

Sabaha karşı bizim için Van kahvaltısı hazırlandı ama hiçbirimizin yiyecek hali yoktu. Yine de dayanamadık. İstanbul’da Van kahvaltısı diye size her şeyden biraz veriliyor, gerçek Van kahvaltısının amacı protein ağırlıklı beslenip tok durmak. Masadakileri sayayım; sahanda yumurta, kavurmalı yumurta, otlu peynir, örgü peynir, köy domatesi, köy biberi, Van balı, yoğurt kaymağı, kavrulmuş ve dövülmüş tahıl ununun pekmezle karışımından yapılan kavut ve un kavurması yani murtuğa vardı. Yarım saat sonra yola koyulduk. Gün doğmaya başlamıştı ve hızlı gidiyorduk. Taksici bize bir şeyler anlatıyordu: “Biz ülkemizi seviyoruz. Van milliyetçi bir yer ve kimseyi barındırmayız. Ama ağabey, Batı’dakiler kendi çıkarları, sözde özgürlükleri için ayaklanırken biz burada unutuluyoruz. Artık toparlanmak için ‘biraz devlet baskısı’ görmek istiyoruz. Korkuyoruz ama yaşamak için her şeyi feda etmeye hazırız.” Yolu yarılamıştık ki bilmediğim tipte bir askeri arabalı barikat gördük. Yoldan geçen her araba askerler tarafından kontrol ediliyor. O an aklıma x-ray’den geçerken asabileşen beyaz yakalılar geldi. Oradayken sürekli karşılaştırmalar yapıyordum...



07.00’de Tatvan’daydık. Tanıdık bir ses duydum. Kompartıman görevlimiz Mehmet Abi “Ooo, yine treni kaçıracaksınız diye korkmuştum ama erken gelmişsiniz” deyip valizlerimizi aldı. Tren yarına gidiyordu, ancak ertesi sabah Ankara’da olacaktık... Bu sefer hemen yerleştik. Biri kapımıza vurdu. “Gençler Elazığ’a kadar güneşliklerinizi kapatın.” Ama ben manzara izleyecektim! Mehmet Abi devam etti: “Arkadaşlar, maalesef trenin camlarına taş atılıyor. Özellikle de Muş ve Bitlis’te. Pencereler çift camlı ama tren yavaşladığında bir-iki camın kırıldığı oluyor. Parçalar size gelmesin, lütfen kapatın.” Van Gölü’ne son kez bakıp kapattık. İlerleyen saatlerde yemekhanenin iki çalışanı yaşadıklarını anlattı, “Amaçları camın üzerindeki ay-yıldız logosunu kırmak. Treni durdurmazlar ya da gerçekten zarar vermezler.” 5 cam kırıldığı bile oluyormuş ki bir camın maliyeti 900 lira. Trenin bazen boş gittiğini düşününce, büyük zarar. Cam tamir edilmeden yola devam edilemeyeceği için zaman kaybı da büyük. En arka vagonda olduğumuzdan bize taş isabet etmedi ama başka bir vagonun çift camından biri kırıldı.



Ben uyurken perdem açılmış. Köy kıraathanesindeki abilerle göz göze geldim. Elazığ’a yaklaşmıştık. Köyden geçerken trenlere el sallayanları gördüm. Başladım ben de onlara el sallamaya. Bir amca şapkasını sallıyordu, rüzgârdan uçtu. Trenin sesini duyan büyükbaş hayvanlar bağırmaya, otoyol kenarındaki arabalar korna çalmaya başladı. Birkaç seneye kadar Yüksek Hızlı Tren Hattı Sivas’a, sonrasında da Elazığ’a ulaşacakmış. Van Gölü Ekspresi de ya kalkacak ya da yolu kısalacakmış. Tren 12 tondan fazla mazot tüketiyor, gideri gelirinden fazla. Bir de tamiri, bakımı var. Mehmet Abi, “Bu tren amme hizmeti yapıyor gençler” dedi. Gerçi saatte 300 kilometre hızla giden trene artık vatandaş el sallayamayacak ama olsun, zaman kazanacak. Bazı yerlerde yeni tren ray hattı için inşa edilen köprüleri gördük...

YİNE KAÇIRIYORDUK!

Trende internet genelde çekmiyor, o yüzden ya kitap okuyup yazı yazıyorsunuz ya da sohbet ediyorsunuz. Şu dijital detoks imkânı sağlayan pahalı otellerdense uzun tren yolculuklarını tercih edebilirsiniz. Hem ucuz hem de başka diyarlar keşfettiriyor. Bir ara elektrikler gitti geldi, vagon soğumaya başladı. Bir sağa bir sola koşturmaktan yorgun düşen kompartıman görevlimiz jeneratörün bozulduğunu söyledi. Sivas’ta tamir edilecekmiş. Akşam olunca vagon buz gibi oldu. Biz de çaresiz koca bir battaniyeye sarındık. Dışarısı karanlıktı, sokak lambaları kayan yıldızları andırıyordu. Loş ışıkta oyalanmak ve üşüdüğümüzü unutmak için korku hikâyeleri anlatıyorduk. Pijama partisi adeta! 4 saat sonra Sivas’a varınca, 15 dakikalık tamirat süresinde istasyonu keşfetmeye karar verdik.



Yemekhanedeki abi de geldi. “Babam büyükelçiydi, ortaokula kadar Hindistan’daydık, sonra Afganistan’da” diyerek hikâyesini anlatmaya başladı. Arada Hintçe de konuşuyordu, fantastik... Seyahat etmeye alıştığından 4 yıldır bu işi yapıyormuş. Fakat birden cümlesini yarıda kesip koşmaya başlamasın mı! Aman Yarabbim, tren hareket ediyor, hızını almaya bile başlamış... Emin vagona atladı, sonra Mert bindi, ben sona kaldım. Filmlerde kolay görünüyor ama gerçekte epey zormuş hareket halindeki araca binmek. Son anda atladım ama öyle bir savruldum ki bizimkiler koluma yapıştı. Nefes nefese kalmıştık... Birkaç saniye sessizlikten sonra gülmeye başladık. Ya kaçırsaydık! Ya atlarken düşseydim!

4.GÜN: EVE DÖNÜŞ

Kompartıman artık sımsıcaktı, uyumuşuz. Uyandığımda baktım Şefaatli’de, Kırıkkale yolundayız. Odamızı toplayıp ailelerimizi aradık. Sonunda telefon çekiyordu. Birkaç saat sonra da Irmak İstasyonu’nda indik. Ankara Garı’nda tadilat olduğundan son durağa otobüsle gittik. O da 1 saat... Kar yağmaya başlamış, Ankara yolu bembeyaz... Tam aksini düşünmüştük oysa. Ucundan da olsa kar havası yakalamış olduk.

Ankara’ya gelmişken Anıtkabir’i de ziyaret etmek istedik ve hiç vakit kaybetmeden yine metroya bindik. Hava yağmurlu olsa da Anıtkabir’in ziyaretçisi çoktu. Sonra doğru Kızılay’a gittik. Nereye baksam bir bakanlık ya da kamu binası görüyorum. Ama şehir canlı mı canlı. Trende çok yorulmadığımızdan ara sokakları dolaşabildik. İstanbul’a Yüksek Hızlı Tren’le dönecektik. Van Gölü Ekspresi’nin garını ve o eski, yorgun treni düşününce kendimizi zamanda yolculuk yapmış gibi hissettik. 19.00’daki trene bindik. 50-60 km/h’yi görünce, “Bu mu hızlı dedikleri?” diye mırıldandım. Meğer şehirlere yaklaştığında hızı düşüyormuş. Eskişehir’i geçtikten sonra ekranda rakamlar yükselmeye başladı; 220... 250.. 280... Tren hızlanınca kulaklarımda basınç arttı, bazen bir tüpten bir tüpe vakumlanıyormuş gibi hissediyorduk. Onun dışında keyfimiz yerindeydi, internetimiz, prizlerimiz, dergilerimiz ve her şeyin bulunduğu bir kantinimiz vardı. 4 saatin sonunda İstanbul Pendik’teydik.

Eve vardığımda hâlâ bir sağa bir sola gidiyormuş gibiydim. Uyanınca bir manzara değil de tavanı görünce bir an şaşırdım. O çok sallantılı birkaç günde memleketimin hiç bilmediğim yerlerini gördüm, insanlar tanıdım. Çoğu zaman boş olan bir trende saatlerce yol alan görevlilerin anlattıkları, Van’daki çocuğun beni teselli edişi, doğa, başımıza gelenler, hepsi unutulmazdı. Bu macera sonrasında bir şeyden emindik: Üçümüz de artık eski biz değildik!



HER ŞEY KAÇA MAL OLDU?

İstanbul-Ankara otobüsü kişi başı 55 lira. Ankara-Kayseri otobüsü ise 35 lira. Kayseri’den tren istasyonuna götüren taksi 30... Diğerlerine gelince; Tatvan’dan Van’a götüren servis 3 kişi 60, sabah Van’a geri getiren taksi 250 lira. Elite World Van Hotel’de kahvaltı dahil tek kişilik oda fiyatı 1 gece için 250 lira. Yeme-içme masrafımız 80 lirada kaldı, çünkü yemeye vaktimiz olmadı. İki kişilik yataklı vagona kişi başı 88 lira, tek kişilik olana ise 108 lira ödedik. Gidiş-dönüş toplam 568 lira. Hızlı trene genç indirimi alıp 54 lira verdik, toplam 162 lira. Ve nihai sonuç. 3 kişi çıktığımız 4 günlük seyahat bize tam 2 bin 170 liraya mal oldu.